Hangi insan engelli olmak ister ki! Bilinen ve algılanan şekliyle engellilik gerçekten zordur. “Engelli” kavramı genelde fiziksel veya zihinsel anlamda mahrumiyeti ya da yetersizliği ifade için kullanılmaktadır. Şu kadar var ki bu anlam bakış açısına göre farklılık arz edebilmektedir. Manevi açıdan bakıldığında bu bağlamda yoksunluk da belki insan için en üzücü engellilik olarak değerlendirilebilir. Hak, hukuk tanımayan, vicdan ve gönlü kararmış, kirlenmiş, akli ve zihinsel melekeleri negatif/yaratılış gayesine aykırı düşüncelere mahkûm bir insanın hakikate erememesi engellilik değil midir? Buna karşın engellik kavramı gündeme geldiğinde hemen hepimizin aklına öncelikle fiziksel ya da zihinsel açıdan engelli insanlar gelmektedir. Şüphesiz bu algılamayı haklı çıkaracak türden gerekçelerimiz de yok değildir. Işığı, güneşi, tabiatı görememe, konuşulanları duyamama, konuşamama, akledememe, kavrayamama, hayatın hemen her safhasında bir başkasına bağımlı olarak yaşamaya mahkûm olma, kısaca bedensel veya zihinsel engellik elbette insan için sabrı gerektiren meşakkat dolu bir serüvendir. Ancak hemen ifade edelim ki, din, böyle konumdaki kimselere gerekli sabrı göstererek imtihanı kazanmaları durumunda önemli vaatlerde bulunmuştur. Her şeyden önce Yüce Yaratan, insana taşıyamayacağı yük/sorumluluk yüklemeyeceğini ifade buyuruyor. (Bakara, 286) Var oluşsal açıdan sorumlu bir varlık olarak yaratılan insanın (Kıyâme, 36) nihai hedefi Yüce Yaratıcının rızasını kazanmaktır. Diğer taraftan ışığı göremeyen görme engelli ile hakikati göremeyen, konuşma engelli ile vüsatı ile orantılı hakikati dillendiremeyen aynı konumda mıdır?
Kur’an-ı Kerim’de, fiziksel veya zihinsel yetenek/hassalardan mahrum kimselerin kınandığına dair herhangi bir ayet yer almazken, Allah’ın kendilerine verdiği akıl, görme, konuşma, işitme gibi fizikî ve zihnî hassaları olumlu ve gereği gibi kullanmayanların kınandığı ayetler mevcuttur. Nitekim ilahi çağrıyı, imanı içselleştirmeyenler hakkında, “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir...” (Münafıkûn, 4) nitelemesi, dinin “insan” tasavvuru konusunda bir fikir vermektedir. Gönül ve idrak yoksunluğu ya da “hiç”liği farklı bir benzetme ile kınanmıştır. Aynı şekilde Allah’ın mesajlarına iltifat etmeyip gönülden benimsemeyenlerin “...onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler…” (A’râf, 179) şeklindeki nitelemelerle ayette yer alması, engelli kavramının kapsamına farklı bir açılım getirmektedir. Dinimizde, gözü görmediği, kulağı işitmediği, lisanı söylemediği halde, ahlakî güzellikleri yakalamış, gönül ve vicdanı safiyetini korumuş insanların, fiziksel anlamda görmeye, duymaya, konuşmaya sahip bulunmaması bir eksiklik olarak telakki edilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamberin ahlakının yüceliğine vurgu yapılması (Kalem, 4), Rasulüllah’ın da ahlakî güzellikleri tamamlamak üzere gönderildiğini ifade etmesi (İbn Hanbel, Müsned, II, 381) dinimizin “kamil insan” tasavvurunda ahlakın temel hedef olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, “Yüce Allah, bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar. ” (Müslim, Birr, 33) hadisi de bu ifadelere zemin teşkil etmektedir.
İnsanın var oluşunu anlamlı kılan, onun saygınlığına zemin teşkil eden iki olgu şüphesiz zihin ve gönül dünyasıdır. Diğer bir ifadeyle aklî ve kalbî melekeler, insanı insan yapan önemli değerlerdir. Din, iman, kutsal, sevgi ve kin, bireysel ve toplumsal hayatta olumlu-olumsuz oluş adına sergilenen tavır ve eylemler, insanın sahip olduğu bu iki olgu odaklıdır. Onun içindir ki Kur’an’da hep aklın işlev-işlevsizliği, vicdanın/gönlün kararması ve katılaşmasından söz edilir. Geçekten vicdani duygu ve refleksleri aşınmış ya da iptal olmuş insan ile söz konusu duygu ve reflekslerin işlevsel olduğu insan aynı konumda değerlendirilmez. Böyle bir değerlendirmenin referansı ister din olsun ister olmasın, insanî erdemler açısından bakıldığında sonuç değişmeyecektir.
Gerçekten zihin veya gönül dünyamız, diğer insanlarla ve Yüce Yaratıcıyla ilişkilerimizin şekillenmesinde ve onların Allah katındaki değerinin tespitinde önemli ve can alıcı bir konuma sahiptir. Gönül ve zihin dünyamız, kabın içerisinde olanı yansıtması misali, âdeta bizim aynamız, davranışlarımıza yön veren mihenk taşı niteliğindedir. Bu itibarla zihni ve gönlü kirlenen insanın hareket ve davranışları da doğal olarak kirlilik eksenine oturacaktır. Buna karşılık zihin ve gönül sarayını güzelliklerin süslediği kimsenin eylemleri de bu erdemler ekseninde şekillenecektir. Aslında kalp, gerek insanlarla gerekse aşkın varlıkla olan ilişkilerde belirleyici bir konuma sahiptir. Güzellikler açısından imanın, sevginin, aşkın, hayatın odaklandığı merkezdir kalp. Aynı zamanda o, kinin, öfkenin, nefretin, küfrün de merkezi olabilecek bir özelliktedir. Güzellikler veya kötülükler adına onun hakim eğilimi, bütünüyle bizi esir alabilmektedir. Onun cezp edici alanına giren gören göz, görmez olur, duyan kulak duymaz olur, meydan okuyan akıl, akletmez olur. Öyle ki hayat ve memat, varlık ve yokluk, âdeta ona kilitlidir. O, fiziksel açıdan işlevsiz hâle geldiğinde nasıl hayat duruyorsa, manevi alanda da kalbin işlevsiz hâle gelişi, Rahmet Peygamberinin söylemi ile Allah’a sığınılacak bir durumdur. Zira böylesi kalbin ve onun etrafında şekillenen kişiliğin, bireysel ve toplumsal ilişkilerinde kırmızı çizgileri yoktur ya da yok olmaya yüz tutmuştur. Bu çizgilerin sadece dinî alanla sınırlandırılması, “kalp” formuna yüklenen anlam ve misyonun daraltılmasıdır. Oysa bu kırmızı çizgilerin belirlenmesinde, insanı insan yapan ahlakî ve insanî değerler bütününün kapsam dışı bırakılması insan tasavvurunun eksik algılanışıdır. Cana kıymanın, hırsızlığın, fuhşun, ilişkiler bütününde sahtekârlığın, kul ve kamu haklarının ihlal ve gaspının, yüz kızartıcı kabul edilen diğer şuçların, insanın zihin ve gönül dünyası ile ilintisinin olmadığı söylenebilir mi? Sadece din eksenli düşünenler için değil hemen herkes tarafından “kırmızı çizgiler” olarak nitelendirilebilecek bu ve benzeri hususların işlenmesine “dur” diyebilecek gönül/vicdan/sağ duyu/iman yoksunluğu bir engellilik telakki edilemez mi?
Çağımızda terör ve şiddetin, savaşların, akıtılan masum kanların temelinde bu tür hassalarını kullanmak istemeyen vicdanı kararmış insanların paylarının ne derece yüksek olduğu izahtan varestedir. Bu bağlamda insanlığın karşı karşıya kaldığı vahim bir o kadar da ürpertici tablolar karşısında hemen herkesin, “yeter ki zihin ve gönüller engelli olmasın” serzenişinde bulunduğu açıktır. Fiziksel ve zihinsel engellileri gören her sahib-i vicdan, şüphesiz gönlünün derinliklerinden gelen bir sızıntıyla “yazık” terennümünde bulunur. Oysa asıl yazık diyeceğimiz kitle, dünyayı yaşanamaz hâle getiren maneviyat engellileridir ki, onlara çekilecek “yazık” ve “ah”ların dozajı oldukça yüksektir. Ve hemen aklımıza, “ İşte onlar, Allah’ın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.” (Nahl, 108), “…onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler…” (A’râf, 179) ayetleri gelmektedir ki bu ayetler, insanın manevi anlamda engelliliğinin/yoksunluğunun tablosunu gayet anlamlı bir biçimde gözler önüne sermektedir.
İşlevsiz hâle gelen kalp/gönül veya zihne bağlı olarak dış dünyaya açılan pencerelerimiz olan göz ve kulaklarımız da fonksiyonlarını yitirebilmektedir. Açık bir ifadeyle göz bakar, ama işin sırrına ve hakikatine sirayet edemez. Kulak işitir ama gerçeklere iltifat etmez. Bilgi ve algılama organlarımız olarak niteleyebileceğimiz kulak ve göz ile kalp arasındaki bu ilişkiyi şu âyette daha açıkça görmekteyiz: “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac, 46) Bu ayet ekseninde düşünüldüğünde gerçekte gözlerin değil kalplerin kör olacağı, kulakların değil gönlün sağır olacağı sonucunu çıkarmak hiç de zor değildir. Dolayısıyla kalbin kör oluşu, düşünce ve duygu, söz ve eylem körlüğünü/yürek kirliliğini beraberinde getirecektir. Oysa Yüce Yaratan göz, kulak, kalp bunların her birini belirli bir görev icra etmeleri için insana bir nimet olarak vermiştir. Nitekim “Allah sizi, analarınızın karnından siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 78) ayetlerinde bu husus dile getirilmiştir. Görürüz, duyarız, kalbimizin ve zihnimizin derinliklerinde bunları test eder, doğru ve yanlışa, iyi ve kötüye karar veririz.
Kur’an’da, gönül ve zihin engelliliğine kişinin olumlu ya da olumsuz eylemlerinin, ihlal ettiği kırmızı çizgilerin neden olduğu belirtilir. “Hayır hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifîn, 14) Sevgili Peygamberimiz de “…Dikkat edin. Vücudunuzda bir çiğnemlik et parçası vardır. Eğer o sağlıklı/fonksiyonel olursa vücudun tamamı sağlıklı olur. Şayet o bozuk/işlevsiz olursa vücudun tamamı bozuk olur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir.” (Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 107) hadisiyle, Kur’an’ın önemli bir misyon yüklediği merkez olan kalbe/yüreğe aynı paralelde vurgu yapmıştır.
İnsanın, yaratılış ve var oluş amacı ile örtüşmeyecek türden negatif davranış biçimleri sergilemesinde, kararmış bir vicdanın/gönlün/aklın önemli bir etken olduğu açıktır. Başka bir deyişle bu tür eylemler, gönül/kalp/yürek kirliliğinden kaynaklanmaktadır. Küçümsenemez ama çağımızda kirlilik denildiğinde öncelikle ekolojik dengenin bozulmasında etkin olan çevre kirliliği hemen akla gelmektedir. Oysa ahlakî değerlerdeki erozyon, insanlardaki gönül ve zihin kirlilikleri üzerinde durulması gerekli önemli sosyal ve toplumsal olgulardan biri belki de en başta gelenidir. Zira hemen her kirliliğin, karanlığın temelinde kirlenen kalplerin/yüreklerin ve de zihinlerin önemli bir etken olduğu inkar edilemez. Hiçbir değer tanımayan insan, sadece çevre için değil, toplumun/insanlığın huzur ve güveni açısından da büyük problem teşkil etmektedir. Zira sorgulanma/hesap bilincinden uzak, ötesini hedeflemeyen, ötekinin hakkını düşünmeyen insanların neler yapabileceklerini her an gözlemleme imkânına sahibiz. Aslında, “Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah’ın şaşırttığı, kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü?…” (Câsiye, 23) ayeti, bütün hislerimize ve aktarılanlara gayet veciz bir şekilde tercüman olmaktadır. Servetlerin, şehvetlerin, kural ve sınır tanımayan nefislerin, makamların, dünya haz ve lezzetlerinin, cehaletin kör ettiği akıl ve gönüllerin, sosyal ve toplumsal ilişkilerde sıkıntısı çekilmiyor mu? Oysa çağımız insanı olarak ders ve ibret alacak muazzam bir tarihsel birikime ve tecrübeye sahibiz. Ama bu tecrübenin doğru okunmasında ve hayata geçirilmesinde, gören, duyan, hisseden vicdana/kalbe/gönle ve de ders çıkaran akla oldukça ihtiyaç vardır. Materyalizmin alabildiğine etkinleştiği çağımızda, Allah’a gönül vermiş müminler olarak herhalde kendimizi bu zihin/gönül engelliliği bağlamında test etmemiz, sorgulamamız ve de ilahî öğretiler ekseninde durum tespiti yapmamızın kaçınılmaz olduğu da bir gerçektir. Özlü ifadesiyle manevi anlamdaki bu engellilik, gönlü masivadan arındırma, kendine gelme/kendini bilme/farkında oluş ile nihayet bulabilir. Zihinsel ve gönül safiyeti, yaratılışın esrarını iliklerine kadar hissetme ve kavrama, söz konusu engelliliğin âdeta panzehiridir. Ne olduğunu, ne olacağını, yaratılış hikmet ve gayelerini idrak ederek zihinsel ve içsel duygularına ve de eylemlerine bu eksende yön vermek, belirtilen engelliliğin önemli bir basamağını teşkil eder.
Rabbim yeter ki zihinlerimizi ve gönüllerimizi engelli eylemesin…