HAYATIN SORUNLARI KARŞISINDA ÇOCUK OLMAK
Toplum olarak değişiyoruz ama değişirken de galiba bize ait olan birçok değeri kaybediyoruz. Atalarımızın yüzyıllar boyunca beslendikleri manevi-kültürel-ilmî (bilimsel) pınarlardan kendi nasiplerince aldıkları ilkeleri hayatın içinde yoğurarak sistemleştirdikleri bir toplum algısı vardı. Bu toplumsal algıda annenin, babanın, çocuğun, dedenin, ninenin, komşunun, bakkalın, yoksulun, zenginin, özürlünün, hamalın... hasılı bütün toplumsal kategorilerin bir yeri vardı.
Anne-baba, çocuklarını bu toplum algısı çerçevesinde ve kültürel sürekliliğe vurgu yaparak yetiştirirken dede ve nineler, torunlarına sevgilerini ve engin hayat tecrübelerini aktarıyordu. Çocuklar böyle bir ortamda anne-babaya, büyüklere, komşuya, akrabaya nasıl davranılacağını görerek öğreniyordu. Amca, dayı, hala, teyze çocuklarla ilişkilerinde onlara daha az otorite ama daha fazla ilgi ve sevgi göstererek sosyal kontrol mekanizmasını işletmekteydi. Komşuya gelince... fiüphesiz o toplum algısının yaşatılmasında ve çocuğun buna uygun olarak yetişmesinde komşunun da yadsınamaz bir payı vardı. Komşu komşunun çocuğunu gözetirdi. Ona kıl kadar bir zarar gelmesini istemez, mahallede, sokakta, tarlada onu kendi çocuğundan ayırmazdı. Hatta o toplum algısında başkasının çocuğu daha önde tutulur, ona öncelik ve daha fazla değer verilirdi.
O algı dünyasında komşunun bazı durumlarda sizin çocuğunuza müdahale etmesine itiraz etmezdiniz. Çünkü herkes ortak değerleri paylaşmaktaydı, herkes birbirine güvenmekteydi. Herkes birbirinin iyiliğini istemekteydi ve bu yüzden onun iyilik düşüncesiyle bunu yaptığını bilirdiniz. Komşunun sizin çocuğunuza müdahale etme hakkını yadırgamazdınız, bilakis çocuğun bir yanlış davranış göstermesi veya tehlikeli bir duruma düşmesi durumunda bu müdahaleyi olağan kabul ederdiniz. Bu algı, hem çocuğun yanlışlara düşmesine karşı doğal engelleyicilerden biri idi, hem de sizin huzur ve güven içinde bulunmanıza katkı sağlayan bir faktördü. Komşular arasında, birbirinin külüne muhtaçlık derecesinde bir dayanışma, yardımlaşma ruhu kuran bir kültürün böylesine bir güven iklimini ortaya çıkması doğal karşılanmalıdır.
Toplumumuz hızla değişti ve değişmektedir. Kırsal nüfus ağırlıklı ve tarıma dayalı toplum yapısından nüfusun büyük çoğunluğunun kentlere taşınması sonucunu meydana getiren sanayi ve hizmetler sektörünün başat hale geldiği bir toplum yapısına geçişi yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Bunun beraberinde getirdiği birçok sorunla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Kırsal nüfus ağırlıklı eski toplum yapımızda yerleşim yerleri küçük ve sosyal hareketlilik düzeyi (göç, yer ve iş değiştirme gibi) düşük olduğu için insanlar genelde birbirini tanıyordu. Algı birliği ve kültürel uyuşmanın yanında sosyal birimlerin küçüklüğü de sosyal barış, güven ve huzur için önemli bir etkendir. Herkesin birbirini tanıdığı bir sosyal çevrede sosyal kontrol ve sosyal güven düzeyi yüksek; sosyal suç, sosyal mahrumiyet ve mağduriyet düzeyleri ise düşük olarak gerçekleşmekteydi.
Toplum yapımızın değişmesi, beraberinde neler getirdi? Aynı millî kültür iklimi içinde olsalar bile farklı coğrafî bölgelerden, farklı alt-kültür çevrelerinden ve farklı sosyo-ekonomik düzeye sahip milyonlarca insanın bir araya geldiği büyük kentlerde yaşamaya başlayan insanlar arasında güven ilişkilerinin kurulması kolay değildi. Akraba, komşu ve tanıdıklarından koparak yeni insanlarla tanış olmanın, büyük şehir hayatına uyum sağlamanın zorlukları ortadadır. Yaşanan sosyal hareketlilikte bazı aileler, kentlerde kendi kabuğuna çekilme eğilimi gösterdi. Onlarca ailenin oturduğu apartmanlarda insanlar birbirlerine kapılarını kapatırken aynı zamanda kalplerini de kapadılar. Bazıları da komşuluk ilişkileri yerine hemşerilik ilişkilerini tercih ederek memleketindeki sosyal ilişkileri ve kültürel iklimi büyük şehirlerde yaşatmaya yöneldi. Dolayısıyla büyük şehre gelen insanlar, daha önceki sosyal hayatlarında içinde yaşadıkları uyumlu düzeni orada bulamadılar.
Büyük şehir hayatının aile yapısına getirdiği başka değişiklikler de vardı. Bunlardan en önemlileri ailenin küçülerek çekirdek aileye dönüşmesi, kadının ücretli olarak ev dışında çalışmaya başlaması, dede-nine gibi yaşlı ebeveynlerin aileden kopması olarak sayılabilir. Küçülen ailelerde bir de annenin ev dışında çalışma hayatına girmesi en fazla çocukların bakımı ve yetiştirilmesinde sorunlar ortaya çıkardı. Kurumsal bakım hizmetlerindeki yetersizlikler ve hiçbir kurumsal bakımın annenin yerini tutamayacağı gerçeği de göz önünde tutulduğunda çocuklarla ilgili olarak yaşanan sorunun büyüklüğü daha kolay anlaşılabilir. Günümüz toplumunda çocuk, daha küçük yaştayken modern hayatın sorunlarını yaşamaya başlamaktadır.
Bugün çocuklarımız nasıl bir sosyal çevrede yaşıyorlar? Sosyal çevreleri yeterince güven verici midir? İçinde bulundukları sosyal çevre onların insanî, ahlakî açıdan erdemli bir insan olarak yetişmelerine katkı sağlamakta mıdır? Günümüzde genel olarak sosyal çevrenin, özel olarak sokağın çocuklarımızın yetişmesindeki yeri nedir?
Anne-baba ve yaşlı ebeveyn kontrolünün azaldığı bir ortamda çocuklar zararlı ve kötü alışkanlıklara daha kolay bulaşabildiği gibi sokağın tehlikelerine daha fazla maruz kalabilmektedirler. Anne sevgisi, anne şefkati ve ilgisi ile yetişmesi gereken çağda bundan mahrum kalan birçok çocuk ya kreş ve gündüz bakımevlerinde zorunlu bakıma tâbi tutulmakta, ya evde tek başına kontrolsüz ve korunaksız olarak zamanını geçirmekte ya da oyun salonlarında, parklarda ve sokaklarda zamanını geçirmektedir. Kentleşmenin ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmenin sosyal hayatımıza getirdiği bazı yenilikler de (cep telefonu, internet kullanımı ve internetkafeler, oyun salonları, şiddet içerikli elektronik oyunlar...) çocuklarımızın kişiliği ve davranışları üzerinde olumsuz etkilerde bulunmaktadır.
Bugünkü toplum yapımızda sokağın, sosyal çevrenin güvensiz hale gelmesinin altında yatan birçok sebep vardır. En temel sebep yukarıda belirlediğimiz toplum algımızın ciddi değişme geçirmesidir. Diğer sebepler bundan türeyen sebeplerdir. Cemiyetçilik, dayanışma, yardımlaşma, paylaşma, birbiri için fedakârlık, empati, diğerkâmlık gibi ulvi ve erdemli değerlerin yerini maddiyatçılık, bireycilik, başkalarına üstünlük kurma gibi anlayışların alması insanlar arasındaki güven ilişkilerine darbe vurmuştur.
Ulvi değerlerin zayıfladığı ve bireyci değerlerin yükseldiği bir toplumsal ortamda insanlar kendilerini çevrelerinden sorumlu görmemeye, herkes kendisini sadece kendisinden ve ailesinden sorumlu görmeye başlamıştır. Kendisine ve çocuklarına zararı dokunmadığı sürece sosyal çevrede görülen yozlaşma ve bozulmalara, suç ve kötülük odaklarına karşı ilgisiz kalmak modern hayatın ortaya çıkardığı bir tutumdur. Bu durum aslında toplum olma ruhunu zayıflatmak yoluyla suç şebekelerinin ve kötülük odaklarının işine gelmektedir. Toplumdaki bağların zayıflamasından yararlanan örgütlü suç odakları, başta savunma gücü zayıf olan kadın, çocuk ve yaşlılar olmak üzere gözlerine kestirdikleri insanları hedef alabilmektedirler. Böyle bir ortamda yetişkinlere ve çocuklara karşı çok sayıda suç odağı (organ mafyası, hırsızlık ve gasp şebekeleri, kapkaççılar, insan ticareti yapanlar, çocuk pornocuları) rahatça cirit atabilmektedir. Son zamanlarda sıkça duyulan kayıp çocuklar ve benzeri olayların arkasında muhtemelen bu tür suç şebekeleri bulunmaktadır.
Geleneksel toplum yapımızda önemli bir rolü bulunan mahalle anlayışı ve bilinci, mahalleye atfedilen değerler de toplumdaki dayanışma ruhunu ayakta tutan değerlerdendi. Çocuk “mahalle”de neredeyse ikinci evinde gibi güvende sayılırdı. Oysa bugün, komşuya ve sokağa güvenmeme, komşuyla paylaşma ilişkisinden kaçınma, çevrede olanlara karşı kayıtsız kalma gibi tutumlar artmaktadır. Bunlar, modern toplum algısının insanları önce bireyselleştirip sonra onlara verdiği güçsüzlük ve yalnızlık duygularının birer sonucudur. Aslında burada psikolojik bir kısır döngü mekanizması işlemektedir. Kendini daha fazla güvende hissetmek için diğer insanlara güvenmeme yolunu seçen kişi tersine bu yolla daha fazla bireyselleşmekte ve daha güvenliksiz hale gelmektedir. Böyle bir sosyal psikolojik ortamda yetişen çocuklar da doğal olarak paylaşmayı bilmeyen, yoğun kıskançlık duyguları yaşayan, bireysel çıkarını öncelikli hedef kabul eden insanlar olacaktır.
Toplumda insanlar arasında güvenin yeniden kurulması imkânsız mıdır? Aslına bakılırsa bugün bu değerleri yeniden canlandırmak zor gibi görünmektedir, ancak yine de, konumuz olan çocuğu da kapsayacak şekilde güven toplumunun kurulması yolunda işe bir yerlerden başlamak gerekir. En azından, çocuğunun lehinde de olsa ona kimseyi karıştırmayan, ondan tek sorumlu olarak kendisini gören, yersiz derecede çocuk kıskançlığına sahip olan, en küçük bir meselede ve haksız bile olsa kendi çocuğunu kayıran anne-baba olgusuna karşı dikkatli olmak gerekir. Bunun yerine çocuğuna karşı sorumlu olduğu kadar çevresine de duyarlı, kendi çocuğunu sevdiği kadar başkalarının çocuklarına karşı da sevgi besleyen, ailesine bağlı olduğu kadar komşu haklarını da gözeten ebeveynler olmaya ve diğerlerini de bu yolda etkilemeye çalışabiliriz. Çocuklara daha fazla zaman ayırarak onlarla iletişimi güçlendirmek, televizyonlardaki ve internetteki zararlı içeriklere karşı çocukları anlayacakları ifadelerle uyarmak da yapılması gereken davranışlardan sayılabilir. Böylece hem ailelerimiz saadet yuvası olabilir, hem de sokağımız, mahallemiz ve giderek toplumumuz kaos ve güvensizlik ortamı yerine kendimiz ve çocuklarımız için huzur ortamı olabilir.