ŞEVKAT VE MERHAMET
Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’in “güzel model” (Ahzab, 21; Mümtehine, 4, 6) oluşlarına vurgu yapılması çok anlamlıdır. Bu model oluş alanlarından birisi de güzel ahlakı temsil etme örnekliğidir. Bu nedenle her insan, ‘mükemmel olanı modelleme’ yeteneğine sahiptir. “Modelleme”; şahısların gerek düşünce ve gerekse eylem planında belirli bir sonucu üretmek için tam ve kesin olarak neler yapacağının açığa çıkartılmasına denir. Kişinin bilgi temelli inançları, büyük oranda kendisinin neleri yapabileceğini ya da yapamayacağını gösterir. İşte bu bağlamda peygamberlerin getirdiği ahlak sistemi modellenebilirse, aksiyon planında onların yaptığı gibi davranmaya doğru ilk adım atılmış olur. Örneğin, konumuz ‘merhamet’ olduğuna göre, bir mümin olarak bizim bu konuda ‘modelleyebileceğimiz’ yegâne şahsiyet Hz. Peygamberdir. Çünkü onu Kur’an, “yüce bir ahlak” (Kalem, 4) modeli olarak tanıtır.
Bilindiği gibi ahlakın konusu, iyi ve kötü, fazilet ve rezalet şeklinde nitelendirilen insan davranışlarıdır. Bu bağlamda insanın mutluluğu yakalaması, iyilik ve fazilet yönünde güzel davranışlar sergilerken, kötülüklerden de kaçınmasına bağlıdır. Dolayısıyla merhamet ve şefkat gibi faziletler ahlakın en önemli iki konusudur. Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan “er-raûf” ve “er-rahîm” isimlerinin bir merhamet abidesi olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de nispet edilmesi, son derece önemlidir. Şu ayette bu vasıflar çok güzel anlatılır:
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 128)
Bu âyette Hz. Peygamberin er-raûf ve er-rahîm gibi iki ismine vurgu yapılması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Arap dilinde er-Raûf, ‘rahmetin ve merhametin ileri derecesi’ anlamına gelen ‘re’fet’ sözcüğünden türemiştir. Raûf, bu kökten mübalağa bildiren bir sıfat olduğundan, merhametin en ileri şekliyle merhamet sahibi ve şefkatli olan anlamına gelir. (Gazâlî, Ebû Hâmid, Kitâbu’l-Esnâ fî Şerhi Esmâillahi’l-Hüsnâ, Mısır, ts., s.102) Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan raûf ismi, rahîm isminden daha özel bir anlam ifade eder. Hikmetinin bir gereği olarak, Allah’ın raûf oluşu, kullarına ileri derecede rahmet etmesi ve onların yaptıkları iyi davranışların karşılığını kat kat vermesi demektir. Bir başka ifade ile Allah’ın raûf ismiyle muamelesi, iyilik ve ihsanda bulunmanın en üstün noktasını oluşturur. Allah’tan kullarına yönelik rahmet; in’am ve lütuf; insanlardan rahmet ise, yumuşaklık ve sevgidir. Rahmeti her şeyi kuşatan anlamına gelen rahman sıfatı, sadece Allah için; rahim sıfatı ise Allah’tan başkası için de kullanılabilir. Bundan dolayı Allah, dünyanın Rahmân’ı, ahiretin Rahîm’idir, denilir. Çünkü O’nun dünyada lütfu mü’minlere ve kâfirlere; ahirette ise sadece mü’minlere tahsis edilmiştir. (el-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredat, İstanbul, 1968, s. 279)
Hz. Peygamberin ümmetine düşkün olmasının en büyük göstergesi; kendisinde bulunan raûf ve rahîm sıfatlarının bir tecellisi olarak, bütün varlığa son derece şefkatli ve merhametli davranmasıdır. Onun bütün direktifleri, talimatları, öğütleri, iyilikleri emretme ve kötülüklerden de sakındırması, insanı dünya ve ahirette hayra götürür, ıslaha kavuşturur ve doğru yola eriştirir. Şefkat ve merhamet peygamberi olan Efendimiz, bu sebeple günahkârlara bile acır. Çünkü o, adalet ve merhamet peygamberidir. Aynı şekilde onun tebliğ ettiği İslam dini de adalet, şefkat ve merhameti hayatın özüne yerleştirmiştir.
Son elçi Hz. Peygamberin gönderilmesi, Allah’ın rahmetinin bir neticesidir: “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 108) Onun şefkat ve merhameti sadece dünyada değil, özellikle ahirette de işlevselliğini sürdürecektir. Kıyamet günü, insanlar hesaba çekileceğinde Hz. Peygamberin secdeye kapanarak Yüce Allah’tan, ümmetinin günahları bağışlanmadıkça secdeden kalkmayacağını ifade etmesi (Bkz. Müslim, İman, 327), bunun en açık örneğidir. Bundan dolayı Kur’an’da açıkça, Hz. Peygamber’e Allah’ın en güzel isimlerinden olan raûf ve rahîm isimleri verilmiştir. Yüce Allah, Efendimiz dışında hiçbir peygambere “mü’minlere şefkatli ve merhametli” anlamına gelen bu iki ismi bir arada vermemiştir. Bu isimlendirme ve nitelendirme Hz. Peygamber için çok büyük bir şereflendirmedir. Bundan dolayı, kendisiyle gönderilen son din, hem iman edenler ve hem de bütün bir insanlık için re’fet ve rahmettir. (Elmalı’lı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1979, IV, 2653–54)
Hz. Peygamberin âlemlere rahmet olarak gönderildiğini (Enbiyâ, 107) ifade eden ayette geçen ‘âlem’ kavramı; insandan hayvana, bitkilerden gökyüzüne vb. varıncaya kadar bütün bir varoluşu kuşatan zengin bir anlam dünyasına sahiptir. Kur’an mesajının içerdiği evrensel değerler sistemini; tebliğ, tebyin ve temsil için gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.) de evrensel ölçekte, Allah’ın bütün dünyalara bahşettiği rahmetinin bir delili/dili (Nahl, 107) ve peygamberlerin sonuncusudur. (Ahzab, 40) Bizzat o, aksiyoner merhametini şu sözlerinde çok güzel anlatır: “Benimle insanların misali bir ateş yakan kimse gibidir. (Yanan) ateş çevresini aydınlattığı zaman, ateşin çevresinde bulunan hayvanlar ve küçük kelebekler ateşe düşmeye başladılar. O kimse, bu hayvanları ateşe düşmekten sakındırmaya çalıştı. Fakat hayvanlar, o kimseye galip gelerek düşüncesizce, süratle ateşe düşüyorlardı. (İşte ben bu misalde olduğu gibi) Siz düşüncesiz ve tedbirsiz olarak ateşe düşerken, ben bellerinizden yakalayıp ateşe düşmekten sizi kurtarmaya çalışıyorum.” (Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17–19) Sembolik dille örülü bu rivayetten, insanlığın ancak, merhameti kendisine ilke edinmiş Hz. Peygamberin getirdiği evrensel ahlaki değerlere tutunmakla kurtulabileceğini anlıyoruz.
Bu bağlamda gerek hadis külliyatında ve gerekse siyerle ilgili eserlerde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in varlığa, şefkat ve merhametle muamele etmesine dair birçok söz ve örnek olay nakledilir. Onun rahmet ikliminde, insanların kurtuluşu ve insan kazanma fikri ön plana çıkmıştır. Bu tutum sadece kendisine inananlar için değil, inanmayanlar için de geçerli olmuştur. O, kavminin kendisine ve inananlara akıl almaz derecede işkence yapması karşısında bile bir hasım gibi davranmamış, aksine onların gelecek nesillerini düşünerek Allah’tan şu dilekte bulunmuştur: “Hayır, ben Allah’ın, onların neslinden sadece O’na ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını, diliyorum.” (Müslim, “Cihad”, 111) Yine Uhud savaşında hayatına kasteden ve kendisini yaralayan müşrikler hakkında beddua etmeyip: “Allah’ım! Kavmimi bağışla, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar.” (Buharî, “Enbiya”, 54; Müslim, “Cihad”, 104) şeklinde dua etmiş, ayrıca: “Ben lanet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim” (Müslim, “Birr”, 87) buyurmuştur. Bu örneklere ilaveten, Rasûlüllah (s.a.s)’in: “Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im; ben Mukaffi -son peygamberim-, ben Haşir’im, ben tevbe ve rahmet peygamberiyim,” (Müslim, Fezâil, 126) şeklinde kendisini tanıtması, onun rahmet peygamberi oluşunun delilidir.
Hz. Peygamberin davet misyonunun temelinde, gönülleri fethetmek vardır. Eğer gönüller fethedilirse, beden ve beldelerin fethi kolaydır. Biz merhamet eksenli fethin bir benzerini, Mekke’nin fethinde görüyoruz. Mekke kılıçla değil, gönüllerin fethiyle alınmıştır. Kur’an ahlakının sembol ismi Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke’ye kibirli seçkinlerin yaptığı gibi mutantan bir şekilde değil, devesinin eğeri üzerine eğilmiş ve mütevazı bir şekilde şefkat ve merhamet kahramanı olarak girmiştir. O, davasını ilana başladığı ilk günlerdeki mütevazı, mahviyetkâr, affedici ve merhametli hâlini, zafere erişince de sürdürmüştür. Nitekim fetih konuşmasından sonra, Mekke’lilere sorduğu şu soru ve onların kendisine verdiği cevap, onun rahmetini çok güzel yansıtır. O, şöyle seslenmiştir: “Ey Mekke’liler! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” Onlar da: “Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin, ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” demişlerdi. Bunun üzerine Efendimiz, benim hâlimle sizin hâliniz Hz. Yusuf’la kardeşlerinin hâli gibidir. Ben size, aynen Yusuf’un kardeşlerine dediği şu sözü söylüyorum:
“Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yusuf, 92) Bu ayeti okuduktan sonra Hz. Peygamber, onlara gidiniz, sizler özgürsünüz, demiştir. (Gazali, Muhammed, Fıkhu’s-Sire, Kahire, 1965, s. 415) Hiç kuşkusuz bu genel bir aftır. Allah Rasûlü’nün bu engin hoşgörü ve merhamet tavrından, affetmenin en makbulünün muktedirken bağışlamak, iyiliklerin en değerlisinin, kötülüklere karşı iyilik yolunu tercih etmek, merhametli oluşun en üstününün ise, acımayanlara merhamet göstermek olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Bu konuda daha birçok örnek olay vardır. Sahabîden Hz. Enes anlatıyor: “Bir defasında Rasûlüllah’la birlikte yürüyorduk. Üzerinde kenarı sert Necran kumaşından dikilmiş bir elbise vardı. Ona bir bedevî arkadan yetişerek, hırkasından tutup şiddetle çekti. Boynuna baktığımda, hırkanın boynunu zedeleyip iz bıraktığını gördüm. Bir taraftan da bedevî: “Ey Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana da verilmesini emret” diyordu. Peygamber Efendimiz bu adamın kabalığına rağmen ona baktı ve güldü. Sonra da ona bir ihsanda bulunulmasını emretti.” (Buharî, “Edeb”, 92) Hz. Peygamberin kendisine hakaret eden bu adama gülmesi ve ikramda bulunması, onun tamamen merhametinden kaynaklanmıştır.
Hz. Peygamber, kendisini yıpratacak kadar insanları çok seviyordu: “Onlar, bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.” (Kehf, 6) âyeti, onun sevgi temelli merhametinde hasbî oluşunu beyan eder. O, sadece inananlara değil, aynı şekilde inanmayanlara da merhamet elini uzatmıştır. Yüce Allah, önceki milletleri inkâra şartlanmışlıklarından dolayı topluca helak etmesine rağmen, Hz. Peygamberin bi’setiyle birlikte toplu helak kaldırılmıştır. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulur: “Oysa sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfâl, 33) İşte bu bağışlanmanın tek sebebi, Allah Rasûlü’nün şefkat ve merhamet peygamberi olmasındandır.
Hz. Peygamber kadın ve erkeğe bir bütün olarak bakmıştır. İnsanın hukukunu bir esasa bağlayarak her iki cinsin Allah katında sorumlu olduğunu bildirmiştir. Toplumu kadına karşı işlenen kötü uygulamalardan alıkoyma yolunda büyük mücadele vermiştir. Bu sebeple o: “Herhangi bir kimse, hanımını gündüz köle gibi kırbaçlayıp, akşam da onunla aynı yatağa girmesin.” (Buhari, Nikâh, 93) buyurmak suretiyle kadına karşı uygulanan her türlü şiddetin önüne geçmek istemiştir. Yine Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre, Enceşe isimli bir sahabî Veda Haccı dönüşünde Rasûlüllah’ın hanımlarını taşıyan develeri sürerken, yanık sesiyle ve hızlı ritmiyle söylediği şarkılardan dolayı develeri koşturuyordu. Bunun üzerine Allah Elçisi: “Ey Enceşe! Yavaş sür billurları kırma.” (Dârimî, İstizan, 65) diyerek, kadınlara karşı hem nazik, hem kibar ve hem de merhametli davranmayı tavsiye etmiştir.
Öte yandan, aile hayatında, çocuklarımıza; sevgi, merhamet ve paylaşma gibi değerlerin eğitimini vermemiz gerekir. Eğer değerler eğitimi verilmezse, onlar bu değerleri, yabancısı olduğu sokakta ve dış dünyada aramaya kalkarlar. Bunu önlemenin yolu, Hz. Peygamber gibi yapmaktır. Bir defasında Akra b. Hâbis, Rasûlüllah (s.a.s.)’in torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’i kucağına alıp sevdiğini görünce: “Benim on çocuğum var, daha hiçbirisini öpmüş değilim” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle cevap verdi: “Allah senin kalbinden merhamet duygusunu söküp almışsa ben sana ne yapabilirim ki?.” (Buhari, “Edeb”, 18; Müslim, “Fezâil”, 64)
Hz. Peygamber, toplum hayatında muhtaçların, yetim ve öksüzlerin de hamisi olmuştur. Onun, yetimlerin bakımını ve korunmasını üstlenen kişilere verdiği manevi paye, tamamen merhametle ilişkilidir. Bir defasında çevresinde bulunan bir grup insana dönerek: “Ben ve yetimi gözeten cennette şöyleyiz, diyor, sonra parmaklarını yumuyor, yetimi görüp gözetene ne kadar yakın olduğunu işaret ediyordu.” (Buharî, “Talak”, 25; “Edeb”, 24; Müslim, “Zühd”, 42)
Allah Rasûlü’nün şefkat ve merhamet eli, sadece insan türüne özgü değildir. Aynı şekilde can taşıyan bütün varlıklara da yöneliktir. Nitekim o bir rivayette, Allah (c.c.)’ın bir köpeğe iyilik yapmasından dolayı, ahlaksız bir kadını affedip cennetine aldığını (Buharî, “Enbiya”, 54; Müslim, “Selâm”, 153), bir kadının da bir kediye kötü muamele etmesinden dolayı cehenneme girdiğini (Buharî, “Musâkât”, 9), bir muharebe dönüşü sahabeden bazılarının yuvada bulunun kuş yavrularını alıp sevdikleri bir sırada anne kuşun gelip bu hâli görünce anne şefkatiyle çırpınıp uçması karşısında, arkadaşlarına biraz da celalli olarak derhal kuş yavrularının yuvaya konulmasını emrettiğini (Ebû Davud, Edeb, 164; Cihad, 112) biliyoruz. Ayrıca sahibinden kötü muamele gören bir devenin ağlaması karşısında, onu teskin edip devenin sahibini uyardığını (Ebû Davud, Cihad, 44) içimiz burkularak okuyoruz. Bütün bu örnek olaylar, Allah Rasûlü’nün hayvanlara olan engin şefkatini ve merhametini gösterir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Allah katından gelen din, sadece insanın Allah’la değil, insanın insanla ve çevresiyle olan ilişkilerini de düzenler. Bu konuda Hz. Peygamber bizim için örnek bir şahsiyettir. Onun müşfikliği ve merhamet örnekliği, inananlardan inkârcılara, çocuklardan hanımlara, kuşlardan, hayvanlara, tüm bitkilere vb. varıncaya kadar genişlemiştir. Bu, rahmet peygamberi olmanın bir gereğidir. Bunun için, isimlerimizin ‘raûf’ olması yetmez. Bu ismin ahlaki anlamda davranışlarımıza yansıtılması gerekir. Eğer hâlâ yaşadığımız toplumda kadına ve çocuklara karşı şiddet devam ediyorsa, yaşadığımız dünyada etnik ve mezhebe dayalı çatışmalar sürüyorsa, bütün bir insanlığa Hz. Peygamberin şefkat ve merhamete dayalı öğretisini tanıtmamız ve öğretmemiz, bir Müslümanlık ve insanlık borcudur.