Hoyratca Tüketim
Hayat mücadelesi ihtiyaçların karşılanması yolunda sergilenen çabadır. Yeme, içme, barınma, giyinme, savunma gibi hayatın sürdürülebilmesi için giderilmesi kaçınılmaz olan ihtiyaçlara temel ihtiyaçlar diyoruz. Bunların dışında birtakım sosyal ve kültürel ihtiyaçlar da söz konusu. Ancak, temel ihtiyaçlar giderilmeden bunlar birer ihtiyaç olarak hissedilmez. Hangi türden olursa olsun ihtiyaçların giderilmesi insanın maddi ve ruhi varlığı açısından büyük önem arz eder. Bu sebeple insan hemcinsleri ile ilişki kurmak, onlarla iş birliği yapmak, birbirine el uzatmak durumundadır. İnsanın sosyal bir varlık oluşunun temelinde bu gerçek yer alır. İslam bu insanlar arası ilişkiyi doğrudan insan-Allah ilişkisine yansıtarak kuvvetle teşvik eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumu “Kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir.”(Buhari, Mezalim, 3.) şeklinde ifade etmektedir.
İhtiyaçların tatmin edilmesi için tüketim gerekiyor. Tüketim yeryüzünün sınırlı kaynakları üzerinden gerçekleşir. Bu yüzden kontrollü tüketim kaçınılmazdır. Dolayısıyla ihtiyacın sınırları gerçekçi olarak belirlenmeli ve bu sınırlar aşılmamalıdır. Tatmin edilen ihtiyaçlar şiddetini kaybeder. İşte burada durmak gerekir. Eğer bu noktada durulmaz ve tüketim devam ederse, kronik bir tatminsizlik hali ortaya çıkar. Tüketilen şeyler haz vermek yerine acı ve ıstırap kaynağına dönüşebilir. İnsanın, hasretini çektiği, eksikliğini duyduğu bir şeyler olmalıdır. Hayatın motor gücünü üreten ümit ve bekleyiş bir bakıma bu tür mahrumiyetlerin ürünüdür.
İhtiyaç-tüketim dengesinin bozulmasındaki önemli etkenlerden biri de “üretilmiş ihtiyaçlar”dır. Gündelik hayatımıza bakalım. Elbisemizi, televizyonumuzu, buzdolabımızı artık ihtiyacımızı karşılamadıkları için mi değiştirmek istiyoruz? “Eski buzdolaplarınızı şu kadar liraya sayıp sizi yepyeni bir buzdolabı sahibi yapıyoruz”, “Eski buzdolaplarınızı atın…”, türünden slogan-reklamların etkisi yok mu bizim bu kararı almamızda? “Bu yıl etek boyları diz altında olacak”, “Erkek kıyafetlerinde koyu renkler hâkim olacak” gibi haberler her yıl “ihtiyaç üretim merkezleri”nde hazırlanıp “moda dünyası”na servis edilmiyor mu? “Siz her şeyin en iyisine layıksınız” cümlesi kimin hoşuna gitmez. Bu duyguya kapılan insanın elindeki her şey bir anda onun gözünde değersizleşiyor. Kendisi de değersizleşmemek için bunlardan kurtulup kendisinin layık olduğu “en iyi”yi elde etmeyi amaçlar hale geliyor. Bu çok kere bilinçaltında oluştuğundan, makulleştirme yolu ile “buna gerçekten ihtiyacım var” noktasına gelmek de zor olmuyor. Böyle olunca da ihtiyaç olmadığı halde, sırf sahip olma isteğini tatmin etmek için satın almak artık normalleşiyor. İşte burası hem psikolojik hem de ekonomik anlamda dengenin ve vasatın dışında çıkıldığı yer oluyor. “İnsanın zekâsı, vasatı terk etmek için insanlığı terk ediyor. İnsan ruhunun yüceliği bu seyri koruyacağını bilmesinde yatar. Yücelik vasatın dışına çıkmak değil, tam aksine vasatta kalmak demektir. Tabiat bizi öylesine mükemmel bir şekilde vasat bir çizgiye yerleştirmiştir ki, terazinin bir kefesini değiştirecek olsak diğerini de değiştirmek gerekiyor.” (Blaise Pascal, Düşünceler, s. 147.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uyarısı işin formülünü veriyor: “İktisat eden darda kalmaz.” (Ahmed b.Hanbel, I, 447.) İbadet amacı ile de olsa bu ilkeyi çiğnemek söz konusu değildir. “Abdest almakta olan Sa’d’ın yanına gelen Rasulüllah ona ‘Bu ne israf!’ diye çıkışınca, Sa’d, ‘Abdest için harcanan su da israf olur mu?’ diye sordu. Bunun üzerine Allah’ın Rasulü, “Akmakta olan bir nehrin kıyısında abdest alıyor olsan bile…” (İbn Mâce, Taharet, 48.) diye cevap verdi. Demesi o ki Allah Rasulü’nün; nehrin akıyor, suyun geçip gidiyor olması abdest alanın gereğinden fazla su kullanmasını meşru kılmaz. Şu halde Allah Rasulü’nün maksadı, insanı tüketimde itidal noktasına getirmektir. Aynı yaklaşım şu uyarıda da kendini gösteriyor: “İsraf ve kibre düşmeden yiyin, için, giyinin, tasadduk edin.” (Buhari, Libas, 1.) Hadis-i şerifte insan ruhunun kuytu bir köşesine ışık tutulmaktadır: Doyuma ulaşmamış ruh, yaşadığı boşluğu gereksiz tüketim yoluyla sağlayacağı sahte büyüklük duygusu ile telafi etmeye çalışıyor. Çünkü harcama/tüketme imkânına sahip olanlar itibar görüyor. Oysa bu konuda asıl değer ölçüsü harcama imkânına sahip olmak değil, harcamanın/tüketimin nasıl ve nereye yapıldığıdır. Kur’an insandaki bu yanılgı yüklü yönelişi Karûn kıssası bağlamında sakınılması gereken bir örnek olarak gündeme getirir. (Kasas, 76-82.)
İç dünyasında boşluk yaşayan çağdaş insan bu boşluğu maddi yöntemlerle doldurmaya çalışıyor; makam, mevki, şan şöhret ve tüketimle. “Sahip olursam güçlü, dilediğimce ve alabildiğine harcarsam hür ve mutlu olurum.” yanılgısı hâkim. Oysa bizim dinî değerlerimizde mülkiyet hakkı dilediğince tüketim hakkı anlamına gelmiyor. Tüketme hakkı ihtiyaç ölçüsü ile sınırlıdır. “(Rahman’ın kulları) harcadıkları zaman israf da etmezler, cimrilik de. Onlar bu ikisi arasında dengeli bir tutum sergilerler.” (Furkan, 67.)
İnsanı bu tabii denge halinden uzaklaştıracak etkenler günümüzde her zamankinden daha çeşitli ve etkili. Malların vitrinlerde olduğundan daha güzel ve kaliteli görünecek şekilde, ışık ve renk oyunları altında sergilenmesi ve abartılı reklamlar gibi klasik “göz boyama” yöntemlerine daha kapsamlıları eklendi. Büyük alışveriş merkezleri bir yönü ile gereksiz tüketime yönelten mekânlar olarak faaliyet gösteriyor. Psikolojinin verileri buralarda acımasızca tüketime dönüştürülüyor. “Her şey elinizin altıda, gözünüzün önünde” bir ortamdasınız. Çalınan müzik bir rahatlık, bir mutluluk hissi veriyor ve müşteri kendini evinde gibi hissediyor. İnsan evinde dilediği şey üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bu rahatlıkla eliniz raflara uzanıyor. Bir tür hipnoz hali içinde “alışveriş” yapıyorsunuz. Sepetiniz doluyor ama gözünüz yine raflarda. “Ödeme kolaylığı” sağlayan kredi kartı vb. yöntemlerin itici güncünü de hatırlatmak gerekiyor. Böyle bir ortamda alışveriş bağımlılığını tetikleyecek bir durum söz konusudur. Bu da ihtiyaç gidermek için tüketmek yerine tüketmek için tüketmek gibi bir ruhi rahatsızlık haline işaret eder.
İslam, insanı tüketim hoyratlığına götürecek tuzaklardan koruyucu bir uyarı sistemine sahiptir. Temelinde israf yasağının yer aldığı bu sistem, kanaat, iktisat, nefis terbiyesi ve züht gibi araçlarla desteklenir.
İslam’ın telkin ettiği züht yönelişi, hayatı sürdürürken ihtiyaçların esiri olmama eğitimini temsil eder. Züht hayatı dünyaya ve onun nimetlerine, burada kalacağı oranda değer atfeden bir bakış açısıdır. Maddi olan karşısında takınılan mesafeli tutumdur; maddi olanın çekim alanı dışında kalmaktır. Yemek için yaşamak-yaşamak için yemek ikileminde doğru tercih yapabilmektir. Bu tercihte yaşanacak yanılgı sonucunda insan, mıknatısa yapışan demir tozları gibi iradeden soyutlanıp nefsi arzuların etki alanına girer. Yeme içme ve tüketme, hazların tatmini için temel yöntem haline gelir.
Beslenme ihtiyacı ile iştah/yeme isteği ayrı şeylerdir. Vücudun sağlıklı olması için gerekli gıda miktarı beslenme ihtiyacını temsil eder. Bu ölçünün aşılması ve yeme içmeye devam edilmesi halinde beslenme ihtiyacı iştaha indirgenmiş olmaktadır.
Belli bir refah düzeyine ulaşmış olan toplumlarda önemli sağlık problemlerinden biri de “aşırı beslenme” ve bunun sonucunda ortaya çıkan şişmanlık hastalığıdır. “Aşırı beslenme”yi tırnak işareti içine aldım, çünkü beslenmenin aşırısı olmaz. Aşırıya kaçan yiyip içme beslenme değil, oburluktur. İşte burada insanın kendi sağlığına kast etmesi söz konusudur. Şu Nebevi uyarılara bakınız: “İnsan midesinden daha fena bir kap doldurmuş değildir. İnsanoğluna kendisini ayakta tutacak yiyecekler yeter. Mutlaka daha fazla yemesi gerekiyorsa midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye ayırmalı, üçte biri ise boş kalmalıdır.” (Tirmizi, Sühd, 47.) “Canının her çektiğini yemek israftır.” (İbn Mace, Et’ime, 51.)
Şeyh Sadi-i Şirazî bu Nebevi uyarıları şöyle yorumluyor:
“İnsan isen yemeği ölçülü ye. Karnını bu kadar dolduruyorsun. Adam mısın, yoksa küp müsün? Kişinin içi gıda, zikir ve nefes yeridir. Sen onu sade ekmek yeri sanıyorsun. Hırs dağarcığına Tanrının yâdı sığar mı? Nefes bile onun içinde zar zor uzanır. Can besleyenler midesi dolu olanların hikmetçe boş olduğunun farkında değildirler. İnsanın iki gözü ile bir karnı vardır ki bunlar hiçbir şeyle doymazlar. Şu büklüm büklüm bağırsak boş kalsın, daha iyi. Hani yakacak şeylerle cehennemi doldururlar da o hâlâ; ‘daha yok mu?’ diye bağırır, işte onun gibi. Görmüyor musun, kurtları da, kuşları da tuzağa düşüren yemek hırsından başka bir şey değildir. Vahşi hayvanların karşısında boyun eğmeyen kaplan yemek yüzünden, fareler gibi tuzağa düşer.” (Sâdî, Bostan,[Çev. Hikmet İlaydın, M.E. B. İst. 1950] s. 227.)
Yaşamak için tüketmek, aşırılık ve israfın söz konusu olmadığı bir bilinç işidir. Ya tüketmek için yaşamak?